Beni sekiz evladının zekâtı say deyip cepheden cepheye koştu

TAKİP ET

Tarihi şahsiyetlerden, bilhassa Mustafa Kemal Atatürk'ten olabildiğince etkilenmiş ve Harp Okuluna giderek istikbalde kahraman bir Türk Subayı olmayı hayal eden Lise çağında bir delikanlı düşünün.

Tarihi şahsiyetlerden, bilhassa Mustafa Kemal Atatürk’ten olabildiğince etkilenmiş ve Harp Okuluna giderek istikbalde kahraman bir Türk Subayı olmayı hayal eden Lise çağında bir delikanlı düşünün.

Kendisine örnek seçtiği Atatürk’ün büstüne karşı işlenen bir suçun ‘üzerine atılmasını’ işkenceler altında kabul edip suçsuz yere hapis yatan ve yaşadıklarıyla hayata bakış açısı da dönüşen bir genç… Harp Okulu hayalleri suya düştükten sonra yolu Afganistan’dan Bosna Hersek’e kadar bütün cephelere düşen, bu cephelerden birinde bir ayağını kaybedip yine de cihat ruhunu terk etmeyen bir mücahit düşünün. 4 yıl Afganistan ve 3 yıl Bosna Hersek cephelerinde İslam ordularının zaferi için gönüllü savaşan Fatih Türegün’den bahsediyoruz. ‘Gitme ölürsün’ diyen babasına “Beni sekiz evladının zekâtı say’ deyip giden Türegün ile Afganistan’dan Bosna’ya, Filistin’den Suriye’ye cepheleri konuştuk.

M.GÜDEN: Doğum yeriniz, çocukluğunuz ve eğitim hayatınızla ilgili bilgiler verir misiniz?

F.TÜREGÜN: 1965 yılında Karaman’ın Boyalı Köyünde dünyaya geldim. Mahallemizdeki Kale İlkokulundan mezun olduktan sonra Karaman İmam Hatip Lisesi’ne kaydoldum. Fakat o yıllarda Fatih Sultan Mehmet’ten Mustafa Kemal’e kadar pek çok kahramanın etkisine kapılınca yüreğimde Harp Akademisine gidebilme arzusu yoğunlaştı. Bu hayalimi gerçekleştirmek için İHL Orta kısmının tamamladıktan sonra Karaman Lisesi’ne geçtim. Lise 2.sınıftayken akla hayale gelmedik olayları yaşadım ve adeta dünyam değişti.

1982-83 yıllarıydı, 30 Ağustos Zafer Bayramından bir gece önce Karaman’da Atatürk heykeline bir saldırı olmuş. O yıllarda şimdiki gibi sokakları gözetleyen kameralar yok; kimliği meçhul kişi veya kişiler Atatürk büstünün bir gözüne kırmızı boya sürüp altına da ‘Kör deccal’ diye yazmışlar. Sabah 30 Ağustos Törenine gidenler bu durumu görünce şehirde büyük bir infial yaşanmış. Polis ekipleri birçok adrese baskın vererek olası şüphelilerin peşine düşmüş. Bir evde define için cin çağıran bir gruba da baskın verilmiş. Sorguları sırasında ‘Biz define için cin çağırıyorduk, onlara define yeri soracağız’ deyince, bir polis ‘Cinlere sorun da heykele bu saldırıyı kim yapmış, onu da söylesinler’ demiş. İçlerinden biri bizi tanıyormuş ve kurtulmak için ‘Lokantacı Mustafa’nın oğlu yapmış’ diyerek beni söylemiş. Oysa ben gece ders çalışıp gündüz yatıyordum, olayla hiçbir ilgim yoktu. Definecilerin sözü üzerine polis evimize gelerek arama yaptı. Bazı kitapları ‘yasak yayın olabilir’ şüphesiyle alırken, babamın 1974 yılında yangın söndürme aparatlarını boyamak için kullandığı artık yağlı boyaları da ‘suç aleti olarak’ rapor edip beni Emniyete götürdüler. Sorgum sırasında önce babamı getirdiler, sonra annemi de getireceklerini söylediler. İşkence ederek beni isim vermeye, suçu üstlenmeye zorluyorlar, ailemle de tehdit ediyorlardı. İşkence dayanılmaz bir şeydi. Dayaktan komalık olacak hale gelmiştim. ‘Ben yaptım’ diyerek kurtulmak istedim. Bu haldeyken ‘Ben yandım başkası yanmasın” deyip suçu üstlendim. Hatta polis zoruyla bazı arkadaşların da ismini verdim.

M.GÜDEN: Mahkeme sonucu ne oldu?

F.TÜREGÜN: Savcı daha yüksek ceza istemişti ama mahkeme heyeti, iyi hal vesaire gibi indirimlerle bana bir buçuk yıl hapis cezası verdi. Diğer arkadaşların yargılaması sürüyordu. Cezaevinden çıkınca Savcılığa gidip ‘Diğer arkadaşların olaydan haberinin olmadığını, korkumdan onlara iftira ettiğimi’ söyleyerek suçun tamamını üstlenip onları ceza almaktan kurtarmış oldum. Dediğim gibi ne benim ne de ismini verdiğim şahısların olaydan haberi yoktu. Bir de düşünsenize; ben o yıllarda Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı kahramanlıklarına hayranlık duyup onlar gibi asker olabilmek için Harp Okuluna gitme hayalindeydim. Bu yaşadıklarım hayatımı tam etki altına aldı ve dünya görüşüm tamamen değişti. Zaten Harp Okulu’nun yolu da bize kapanmış, eğitim hayatım da Lisede yarım kalmıştı. Cezaevinden çıkınca Okul idaresi 3 sınıftan direkt benim tasdiknamemi verdi. Ne yediğim onca dayak, ne uğradığım işkence, ne de cezaevinde yatmak tastikname kadar zoruma gitmemişti.

M.GÜDEN: Mimlenmiş biri olarak yaşamak zor olmadı mı Karaman’da?

F.TÜREGÜN: Koskoca şehirde herkes bizden çekinir hale gelmişti. Ailece yapayalnız kaldık. Bu arada evdeki Elif Ba cüzüne kadar bütün kitaplarımız 163.maddeye muhalefetten götürüldü. Onlardan da Malatya Devlet Güvenlik Mahkemesinde yargılandım. Mahkemeler devam ederken Askerlik celbim geldi ve Manisa Kırkağaç’a jandarma olarak vatani göreve gittim. Acemlik döneminden sonra da İzmir Narlıdere’ye ‘mayın tahrip kursuna’ gönderdiler.

M.GÜDEN: Eğitimi tamamlama imkânınız olmadı mı?

F.TÜREGÜN: Askerden döndükten sonra İran, Pakistan veya Afganistan’da medrese eğitimi almak istedim. Önceliğim İran’dı. Çünkü İran o zaman bizim gözümüze ‘dört başı mamur bir İslam ülkesi’ olarak görünüyordu.

M.GÜDEN: Aileniz bu fikrinize karşı çıkmadı mı?

F.TÜREGÜN: Ben Afganistan’a gitmek istediğimi söyleyince babam bundan memnun olmayıp izin vermek istemedi. Hiçbir aile için çocuğunu, kurşunların sinek gibi vızıldadığı, bombaların patladığı öyle bir ülkeye göndermek kolay değildir. Biz toplam sekiz kardeştik; babama “Beni de zekâtına say” diyerek, kararlılığımı ortaya koydum. (Gülerek) Ben babamın zekât çocuğuyum.

M.GÜDEN: Çok önemli bir askeri eğitim almışsınız. Daha sonra hayatınız nasıl devam etti?

F.TÜREGÜN: Askerden sonra inşaatlarda çalışarak biraz para biriktirmiştim. İçimde de halen okuma arzusu vardı ve bu bir umutla 1987’de İran’a gittim. Bizim zihnimizde ‘Müslümanca yaşanılabilir’ bir İran yatıyordu ama gerçek İran çok farklıydı. ‘Burada yaşanmaz deyip’ vizem hazır olduğu için Pakistan’a gitmeye karar verdim. Tam yol filmi olacak bir macera ile 45 günde, Pakistan’a varabildim. Önce Tahran’dan Zahedan’a uçakla gittim. Sonra bazen otostop yaparak kamyonlara bindim, bazen de otobüslerle yola devam ettim. Sonuçta Peşaver’de Özbek Türkleriyle tanıştık.

M.GÜDEN: Pakistan’da aradığınızı buldunuz mu?

F.TÜREGÜN: Ben Medrese eğitimi almanın telaşındaydım. Fakat Özbekler Afganistan’da Ruslarla başlayan savaşı anlatınca etkilendim. Cephede mücahide ihtiyaç vardı. Onlardan beni Afganistan’a götürmelerini istedim, önce Tahhar vilayetinin İşgemiş kasabasına gittik. Burada Özbek Komutan Gazi İslamiddin Selamet ile tanıştık. İslamiddin komutan tam Türkiye ve Necmettin Erbakan hayranıydı. Öyle ki, Milli Selamet Partisinden etkilenerek kendine ‘Selamet’ soyadını almıştı. 7-8 ay kadar onun yanında kaldım. Bu arada Özbekçe ve Farsçayı da meramımı anlatacak kadar öğrendim. Oradan Bağlan vilayetinin Nahrin ilçesine gittim ve Komutan Abdülhay Hakcu’nun yanında operasyonlara katıldım. Burası daha hareketliydi. Çatışma ve operasyon diğer bölgelerden daha fazlaydı. Ahmetşah Mesud Farhar’da Şurayı Nazar Komutanlar Birliği Başkanıydı; anlaşılır olsun, Genel Kurmay Başkanı, diyelim. Mesud daha sonra da Milli Savunma Bakanı olmuştu. Amerika’da ikiz kulelere yapılan 11 Eylül saldırısından önce, 09.09.2001 günü Amerika’nın maşaları suikast düzenleyerek bu güzel insanı şehit ettiler.

Hikmetyar’ın adamları, 1990 yılının Mayıs ayında da Komutanlar Toplantısı yapılmıştı, ben de oradaydım. Gazi İslamiddin toplantıdan sonra bana “Gardaş önümüz bayram; sen burada mahzun kalma, bizimle gel de bayramı beraber edelim” dedi. Fakat o ara başka bir ihtiyaç hâsıl olunca ben İslamiddin ile gidemedim. Onlar dönerken de Hikmetyar’ın adamları yolda pusu kurmuş; İslamiddin’i yanındaki 7 komutanıyla şehit ettiler. Onlara katılmış olsam ben de aynı sonu yaşayacaktım ama demek ecelimizin henüz vakti değilmiş.

Komutanların şehit edildikleri haberi gelmiş ama cesetleri ortada yoktu. Ertesi günü beni görenler hayrete düşüyordu. Birçokları benimde İslamiddin ile gittiğimi zannetmişti.

Hikmetyar’ın adamları katlettiği komutanların cesedini bize bir buçuk ay sonra gönderdiler. Vücuduna bir şarjör mermi boşaltılan İslamiddin’in cesedinde hiçbir bozulma olmadığını gördük.

M.GÜDEN: Başka cephelere de gittiniz mi, ayağınızı nerde kaybettiniz?

F.TÜREGÜN: Çok cephede bulundum. İslamiddin suikastinden bir müddet sonra pasaport süremi uzatmak için Peşaver’e dönmüştüm. Bir yıllık vize aldıktan sonra Host şehrini kuşatan Yemenli mücahitlerin bulunduğu Dermelik isimli cepheye gittim. Burada Host’u almak üzere plan ve hazırlıklar yaptık. Rus birliğiyle aramız çok yakındı. Hatta bir akşam biz abdest almış otururken uzaktan taradılar. O zaman topuğumdan vuruldum, yediğim ilk kuruşun buydu. Burada Ruslar yollarımıza mayın döşemişler. Kurşunlamadan on gün sonra keşfe çıkmıştık. Bir anda büyük bir patlama oldu, ben tekbir getirerek havaya uçtum ve yere çakıldım. Ben ‘Yakınımıza havan topu düştü de korunmak için kendimi kenara attım’ zannediyorum. Meğer mayına basmışım. Uçarken içimde bir anda müthiş bir rahatlama olduğu hissine kapılmıştım, hafiflemiş gibiydim. Her zerremin tekbir getirdiğini orada hissettim. Herkes Fatih diye bağırıyor, ben de ‘arkadaşlara bir şey oldu mu’ diye düşünüyorum; kendimden haberim yok. Ayağa kalkınca dengemi kaybederek düştüm. Sonra bir daha bir daha kalkmaya çalıştım, her seferinde de dengede duramayıp düşüyordum. Baktım önümde kan birikintisi var; arkama döndüm, parçalanmış bir bacak duruyor. Kendime baktım, sağ bacağım diz altından itibaren yok.. Başka nerelerim koptu diye etrafıma dikkatle bakınca, sol ayağımda el büyüklüğünde etin sıyrıldığını gördüm. Elimdeki şarjör patlamış, sağ kolum dirseğe kadar yanıktı. Boynumdaki Filistin poşusunu çıkarıp kopan ayağıma bağlayarak tampon yaptım. Arkadaşlar beni patlama yerinden götürürken Rus karakolları uçaksavar ve havan toplarıyla taradılar ama başka isabet almadık.

Ambulans ne gezer, beni bir battaniye ile hurda toplayan bir pikaba bindirip Pakistan’ın Miran şehrine götürdüler. Yolda ‘su’ diye kıvranıyorum; yok. Yol kenarındaki birikintilerden çamurlu su veriyorlar, bana şifalı kaynak suyu gibi geliyordu. Nihayet gece bir ambulans geldi, yoldan filan gidemiyoruz, sel yataklarından geçerek hastaneye vardık. Orada benden başka sekiz yaralı daha vardı. Benim ilk müdahalemi yapıp bir elime serum diğer elime de kan şişesini verdiler ve bir başka yaralıyla aynı ambulansa bindirdiler. Kuveytlilere ait Peşaver’deki Özel El Favzan Hastanesine götürüldük. Burada 10 Mayıs 1990’dan itibaren uzun süre yoğun bakımda yattım. Hayati tehlikem geçince Afgan hastanesinde bana bir Protez bacak yaptılar ama pek iyi olmadı. Bir süre misafirhanede kaldıktan sonra Pakistan Askeri hastanesinde bir Protez daha yapıldı. Bu da çok uygun değildi ama yatacak zaman yoktu. Celalabad’a geçip Havan Merkezine katıldım. Bu sırada Almanya’da yaşayan bir dostum Protez bacak taktırmak üzere beni bu ülkeye götürdü. Orada iki ay kaldım ve yeni Protezimle Afganistan’a döndüm.

M.GÜDEN: Yine cepheye mi katıldınız?

F.TÜREGÜN: Evet, Gardiz şehrinde bir cephe vardı, oraya gittim. Fakat durağan bir yerdi, harekât olmadı. Biz burada beklerken yıllardır kuşatma altındaki Kâbil kentini fethetmek üzere büyük operasyon planlandığı haberini alıp oraya gittim. 1992’nin zannedersem Nisan ayında şehri tam kuşatmaya aldık. Bir hafta-on gün içinde de şehirdekilerin çoğu kendisi teslim olmaya başladı ve fethi tamamladık. Kâbil’in 17 Nisan’da fethedilmesiyle Afganistan’da savaş bitmişti, biz de rahata erdik.

M.GÜDEN: Böylece size Türkiye yolu mu göründü?

F.TÜREGÜN: 15-20 gün durduktan sonra herkes aranmaya başladı. (Gülüyor) Bize rahat batmıştı. İslam diyarlarında silahlar hiç susmuyor; mücahitlerin birçoğu katılacağı yeni cepheler aramaya başlamıştı. Meselâ Ebu Hattab Tacikistan’a giderek İslâmi hareketin sosyalist yönetime direnişine katılacağını söyledi. Sonraki yıllarda Hattab Çeçenistan’da şehit edildi.

Bana gelince; “Bosna diye Türkleri çok seven bir ülke varmış, orada Müslümanlar zor durumdaymış, gider misin?” diye sordular. Ben Bosna’nın ismini daha yeni duymuştum ama “Madem Müslümanların yardıma ihtiyacı var, giderim elbette” dedim.

Afganistan’dan çıkarak önce Konya’ya ailemin yanına gelip hasret giderdim. Sonra İstanbul’a gidip Bosna Enformasyon Merkezi’nden bilgi aldım. Oraya giderken ayağımdaki yaralar henüz açıktı. Enformasyon Merkezindekiler bana gülüp “Bu halinle mi savaşa katılacaksın” dediler. Israr ettim; 1992’nin yaz başında yanıma bir Boşnak bir delikanlı daha verip bizi uçakla Bosna’ya gönderdiler. Sözde bizi orada karşılayıp alacaklardı, ama gelen olmadı. Baktık herkes havaalanının servis otobüsüne biniyor, biz de bindik ve şehir merkezine geldik. Kalacak yer ararken bir kadın, ‘Siz Türk müsünüz?’ ‘diye sordu. Evet deyince bizimle ilgilenip bir otele götürdü. Oradan ertesi gün taksiye bindim ve İslam Merkezine gitmek istediğimi söyledim. Taksici Lübliyana Müftüsünün evine götürdü. Türkiye’den bize mücahitler için 3.5 ton da ilaç verilmişti. Bunun belgelerini Müftü Efendiye teslim ettim. Oradan bir otobüs bileti alarak bizi Zagreb’e gönderdiler. Burada birkaç gün kaldık. Sokaklar silah pazarına dönmüş, cami önlerinde bile silah satılıyordu. Hafif piyade silahları seyyar satıcılar tarafından sokaklarda satılıyordu. Ve burası Avrupa’nın göbeğiydi!

Zagrep’ten ayrılarak önce Liman şehri Spilt’e gittim ve yardım kuruluşları aracılığıyla Boşnak Müslüman mücahitlerle irtibat kurdum. Sonra Travnik’e gittim ve 15-20 kişi ile tanıştım. Bu gruba “Size para, silah, savaşçı adam sağlasak direnişe geçer misiniz?” diye sordum. “Para ve silah olursa direniriz” dediler. Zagreb’e dönüp Afganistan’daki arkadaşlara “Bosna’da çok mücahide, paraya ve silaha ihtiyaç var” diye faks çektim. Benim yolladığım bu fakstan sonra Afganistan’dan Afganlı, Bahreynli, Yemenli, Filistinli, Suriyeli, Mısırlı, Cezayirli, hatta Birleşik Arap Emirlikli yaklaşık 700 mücahit Bosna’ya geldi ve onların birçoğu orada şehit düştü.

MUSTAFA GÜDEN 

DEVAM EDECEK

kaynak:konyayenigun.com